Darven Solmar, dizinin altındaki Auren'in çırpınışlarını zevkle izliyordu. Çocuğun nefesi kesilmiş, yüzü toprağa bulanmıştı. Gözleri, ileride askerlerin tuttuğu ablası Lysera'ya kilitlenmişti.
Lysera, boğazı yırtılırcasına bağırıyordu:Lysera: "BIRAK ONU! O DAHA BİR ÇOCUK! LÜTFEN DARVEN, YALVARIYORUM!"
Darven, Lysera'nın çığlıklarını duymamış gibi sakin bir hareketle belindeki kısa kılıcı çekti. Metalin kınından çıkarken çıkardığı o soğuk ses, ormandaki tüm sesleri bastırdı.
Auren başını zorlukla kaldırdı. Gözlerinde saf bir korku vardı.Auren (hırıltılı bir fısıltıyla): "A-Abla…"
Darven, kılıcın ucunu Auren'in sırtına, tam kalbinin hizasına dayadı. Eğildi ve çocuğun kulağına fısıldadı:
Darven: "Korkma küçük fare. Bu sadece bir an sürecek. Abin Kaelrin'e selam söyleyemeyeceksin belki… ama senin ölümün, onun sadakatini perçinleyen çimento olacak."
Lysera, askerlerin kollarından kurtulmak için çırpındı; tırnaklarını muhafızların zırhlarına geçirdi.Lysera: "HAYIIIRRR!!!"
Ama Darven tereddüt etmedi. Yüzünde tiksintiyle karışık bir acımasızlıkla, kılıcı iki eliyle kavradı ve tek seferde aşağıya sapladı.
ŞLAK!
Etin ve kemiğin delinme sesi, Lysera'nın çığlığını kesti. Kılıç, Auren'in sırtından girip göğsünden çıktı ve toprağa saplandı.
Auren'in vücudu bir anda kaskatı kesildi. Gözleri sonuna kadar açıldı. Ağzından boğuk bir kan pıhtısı fışkırdı ve toprağı kızıla boyadı.
Küçük elleri toprağı son bir kez sıktı… titredi… ve sonra gevşedi. Zümrüt yeşili gözlerindeki o korku ifadesi donup kaldı. Işık, gözbebeklerinden yavaşça çekildi. Auren, oracıkta, ablasının gözleri önünde can verdi.
Lysera'nın dünyası o an durdu. Zaman dondu. Sesler kesildi. Gözleri, kardeşinin sırtına saplanmış kılıca ve hareketsiz bedenine kilitlendi.
Lysera (fısıltı gibi, inanamayarak): "Auren…?"
Darven, kılıcı çocuğun bedeninden çekip çıkardı. Kan, sıcak bir nehir gibi Auren'in altından akmaya başladı. Darven, postalıyla cesedi kenara itti; sanki bir çöp yığınını temizliyormuş gibi.
Darven: "İşi bitti."
Kaeltryn'e döndü ve başıyla işaret etti.Darven: "Kızı alın. Konuşacak çok şeyimiz var. Onu canlı istiyorum."
Kaeltryn, donup kalmış Lysera'nın yanına gitti. Lysera direnmeyi bırakmıştı; ruhu çekilmiş gibiydi. Gözleri kardeşinin cesedinden ayrılmıyordu.
Kaeltryn, Lysera'nın saçlarından sertçe kavradı ve başını geriye çekti.Kaeltryn: "Yürü. Yoksa seni de onun yanına yatırırım."
Muhafızlar Lysera'yı zorla sürüklemeye başladılar. Lysera ayaklarını sürüyerek götürülürken, başı hâlâ geriye, Auren'in kanlar içindeki küçük bedenine dönüktü. Ormanın karanlığına çekilmeden önce attığı son çığlık, bir insanın çıkarabileceği bir ses değildi; yaralı bir hayvanın ölmeden önceki son yakarışıydı.
Lysera: "SENİ ÖLDÜRECEĞİM DARVEN! HEPSİNİZİ ÖLDÜRECEĞİM!!!"
Sesi ağaçların arasında yankılanarak kayboldu. Auren'in cesedi, ormanın soğuk toprağında, kan havuzunun içinde yapayalnız kaldı.
Ormanın diğer tarafında, ağaçların kökleri sarsılıyor, toprak inliyordu.
Rrnaun, elindeki devasa kara kılıcı tek eliyle savururken bir fırtına gibi gülüyordu. Ama bu gülüş, acı ve öfkeyle harmanlanmıştı. Sira'nın son saldırısında omzuna aldığı yara derinleşmişti; parçalanmış zırhının arasından sızan kan koluna doğru akıyor, her kılıç savuruşunda yüzünü acıyla buruşturmasına neden oluyordu.
Rrnaun (nefes nefese, dişlerini sıkarak): "Hâlâ kaçıyor musun? Bir Kıdemli olarak bu kadar mı düştün?! Karşıma çık ve savaş!"
Devranna, bir ağacın arkasına kendini zor attı. Ciğerleri yanıyordu. Girdiği bu yeni beden, yıllarca yatakta yatmış, yanmış ve kasları erimiş bir kızın bedeniydi. Fiziksel gücü bir insan askerinden bile zayıftı. Ket Laneti yüzünden damarlarında akan o muazzam enerjiyi, o kadim büyüleri çağıramıyordu. Her düşünmesinde bile kalbi sıkışıyor, sanki binlerce iğne beynine saplanıyordu.
Rrnaun yaralıydı, evet. Sira onu hırpalamıştı. Ama bir Luxaris Komutanı olarak acıyı yakıta çevirmeyi biliyordu. Yaralı bir hayvan gibi daha vahşi, daha dengesiz saldırıyordu.
Rrnaun: "Luxaris Kılıç Tekniği: Yıkım Dalgası!"
Rrnaun kılıcını toprağa sapladı. Yerden fiziksel bir şok dalgası yayıldı. Toprak yarıldı, taşlar mermi gibi etrafa saçıldı. Devranna, büyülü bir kalkan açamamanın çaresizliğiyle kendini çamurun içine attı; yerde yuvarlanarak saldırıdan kaçmaya çalıştı.
Sırtı bir kayaya çarptı. Ağzından kan geldi. Kaburgaları sızlıyordu. Üzerindeki kıyafetler yırtılmış, yüzü çamura bulanmıştı. Bir zamanlar "Devranna" dendiğinde dağlar titrerdi; şimdi ise bir solucan gibi yerde sürünüyordu.
Rrnaun, toz bulutunun içinden ağır adımlarla çıktı. Yaralı omzunu tutarak boynunu kütletti. Nefesi hırıltılıydı, gözleri kan çanağına dönmüştü. Devranna'nın bu aciz hâli ona, çektiği acıyı unutturacak kadar büyük bir keyif veriyordu.
Rrnaun: "Şu hâline bak… Efsanelerde anlatılan o kudretli Kıdemlilerden biri misin cidden? Rün büyücüsü bile senden daha iyi dövüştü. Şu omzumu delen o 'köpek' bile senden daha onurluydu. Sen sadece kaçan bir korkaksın."
Devranna dişlerini sıktı. O kadar sert sıktı ki diş etleri kanadı. Onuru… gururu… yüzlerce yıllık ismi… hepsi şu an Rrnaun'un kanlı çizmeleri altında eziliyordu. Savaşmak istiyordu. Rrnaun'un o kibirli gırtlağını söküp atmak istiyordu. Yaralıydı, savunması düşüktü; normal şartlarda Devranna onu tek parmağıyla ezerdi. Ama şu an… bu lanet olası zayıf bedenle, Rrnaun'un tek bir kılıç darbesini bile karşılayamazdı.
Rrnaun yaklaştı. Kılıcını kaldırdı. Yaralı kolu titriyordu ama öldürmek için hâlâ yeterince güçlüydü.
Rrnaun: "Artık kaçacak yerin kalmadı."
Devranna, göz ucuyla arkasındaki uçurumu fark etti: Uğultulu Uçurum. Aşağısı zifiri karanlıktı ve azgın nehrin sesi geliyordu. Bir Kıdemli asla arkasını dönmezdi. Bir Kıdemli asla kaçmazdı. Ama Devranna, intikam alacaksa… bugün bir korkak gibi yaşamalıydı.
Rrnaun hamle yaptığı anda, Devranna elini yerdeki sönmüş kamp ateşinin küllerine daldırdı. Bu, sokak dövüşçülerinin, hırsızların taktiğiydi. Bir Tanrıçaya yakışmazdı. Ama o an onur, hayatta kalmaktan daha değersizdi.
Rrnaun kılıcı indirmek üzereyken, Devranna avucundaki kül ve toprak karışımını tüm gücüyle Rrnaun'un yüzüne fırlattı.
Rrnaun: "AARGH! SENİ SEFİL—"
Küller Rrnaun'un gözlerine doldu; yaralı omzunun verdiği refleks kaybıyla birleşince Rrnaun sendeledi ve kılıcını boşa savurdu. Devranna bir kahraman gibi değil, canını kurtarmaya çalışan bir hayvan gibi dört ayak üzerinde geriye doğru fırladı.
Onurunu çiğnedi. Gururunu yuttu. Ve kendini tereddüt etmeden boşluğa, uçurumun karanlığına bıraktı.
Rrnaun gözlerini temizleyip acı içinde böğürerek uçurumun kenarına koştuğunda sadece karanlığı gördü. Aşağıdan nehrin hırçın sesi geliyordu.
Rrnaun (öfkeyle kükreyerek, sesi ormanı yırttı): "KAÇTIN MI?! BİR FARE GİBİ KAÇTIN MI?!"
Rrnaun kılıcını hırsla yere vurdu; yarasından taze kanlar fışkırdı ama umursamadı. Devranna kaçmıştı. Onursuzca, rezil bir şekilde… ama hayattaydı.
Orman sessizliğe gömüldü. Geriye sadece Auren'in soğumuş cesedi, sürüklenen Lysera'nın kan izleri ve Rrnaun'un tatmin olmamış, yaralı öfkesi kaldı.
Aradan tam bir gün geçmişti.Gece, kasabanın üzerine ıslak ve ağır bir yorgan gibi çökmüştü. Gökyüzü delinmişçesine yağmur yağıyordu. Damlalar, sönmekte olan yangınların közlerine düştükçe "çıs" sesleri çıkarıyor, etrafı yoğun bir buhar ve is kokusu kaplıyordu. Rüzgâr uğulduyor, yağmurun sesine karışarak adeta ölenler için bir ağıt yakıyordu.
Kasabanın girişindeki çamurlu yolda, gecenin karanlığından kopmuş gibi beş silüet belirdi. Hepsi baştan aşağı siyah, ağır cübbeler giymişti ve yüzleri derin kapüşonların altında gizliydi.
Meydana geldiklerinde grup durdu. En arkada duran cübbeli figür, diğerlerine gitmelerini işaret etti. Dört kişi sessizce başlarını eğip yağmurun altında ormana, asıl yıkımın olduğu yere doğru ilerlediler. Cübbeleri sırılsıklam olmuş, çamura bulanmıştı.
Geride kalan o tek figür ise kasaba meydanının ortasında durdu. Diğerlerinden farklı olduğu belliydi. Gökten boşalan sağanak, ona bir karış kala görünmez bir kubbe varmış gibi ikiye ayrılıyor, tek bir damla bile üzerine düşmüyordu. Siyah cübbesi tamamen kuruydu ve rüzgârda hafifçe, asil bir bayrak gibi dalgalanıyordu. Bastığı yerdeki çamur sıçramıyor, fırtınanın ortasında yanan bir mum gibi sarsılmadan, kusursuz bir dinginlikle ilerliyordu.
Kollarını iki yana hafifçe açtı. Dudaklarından dökülen fısıltılar, gök gürültüsüne karıştı.
Yerdeki ıslak ve parçalanmış cesetlerden ince, yeşil bir enerji dumanı yükselmeye başladı. Bu, ölenlerin henüz dağılmamış ruh kırıntılarıydı. Yeşil huzmeler, yağmurun griliğini delerek havada kıvrıldı ve cübbeli figüre doğru süzüldü. Figür derin bir nefes aldı; sanki lezzetli bir yemeğin kokusunu içine çeker gibi o ruh enerjisini bedenine emdi. Güç, damarlarında dolaştı.
İşini bitiren figür, arkasına bile bakmadan ormana doğru yürümeye başladı. O yürürken doğa ona boyun eğdi. Sağanak, üzerine düşmeden ikiye ayrılıyor; simsiyah cübbesi tamamen kuruydu. Bastığı çamur sıçramıyor, fırtınanın ortasında yanan bir mum gibi ilerliyordu.
Ormanın derinliklerinde manzara daha da kasvetliydi. Ağaçlar parçalanmış, toprak kan ve çamurla balçığa dönüşmüştü. Kraterler yağmur suyuyla dolmuştu.
Önden giden dört cübbeli figür, sırılsıklam hâlde etrafı inceliyordu. Aralarından biri durdu ve ıslak kapüşonunu indirdi. Oldukça yaşlı bir Elfti bu. Beyaz saçları yüzüne yapışmış, sakalından sular akıyordu. Titriyordu ama gözleri zümrüt bir ışıkla parlıyordu.
Yaşlı Elf, bastonunu çamurlu toprağa sapladı.Aelrindel: "Burada büyük bir güç serbest kalmış… Yağmur bile bu kadim büyünün kokusunu silememiş."
Tam o sırada arkalarından gelen ayak seslerini duydular. Çamur sıçramıyordu; kuru yaprak hışırtısı gibiydi. Hemen arkalarını döndüler ve saygıyla kenara çekildiler.
Kasabadan gelen o "Kuru Figür" yanlarına ulaştı. Etrafındaki hava tertemizdi; yağmur ona dokunamıyordu bile.
Yaşlı Elf Aelrindel başını eğerek konuştu:Aelrindel: "Geç kaldık… Leydi Yuria."
Ortadaki figür yavaşça elini kaldırdı ve kapüşonunu indirdi. Bir şimşek çaktı, yüzünü aydınlattı.
Yuria.Parlak, zehir yeşili saçları ipek gibi savruluyordu. Yüzünde tek bir yağmur damlası yoktu; teni solgun ve kusursuzdu. Gözlerini örten siyah-yeşil işlemeli göz bandı, az önce emdiği ruh enerjisiyle hafif hafif titreşiyordu. Göz bandını kenara iterek sağ gözünü açtı: fırtınanın aydınlığındaki ay kadar soğuk, bembeyaz bir göz.
Yuria, başını çevirmeden savaş alanını süzdü.
Yuria (tok ve otoriter bir sesle): "Sira… ve Thalos."Çamurdaki silinmiş izlere baktı."Cesetleri yok. Luxaris köpekleri onları ganimet olarak sürüklemiş."
Aelrindel: "Burada başka bir iz daha var Leydim. Sira'nın kanına benzemiyor ama… daha ham. Daha öfkeli."
Yuria, parçalanmış kayalara doğru yürüdü. Elini, Devranna'nın kanının bulaştığı taşa koydu. Taş ıslaktı ama eldiveni kuru kaldı. Göz bandının altındaki gözü sızladı. Tanıdık bir titreşim.
Yuria: "Devranna…"Dudakları alaycı bir şekilde kıvrıldı."Demek sonunda uyandın. Ve uyanır uyanmaz kendini Rrnaun'a yem ettin. Aptal kadın."
Arkasını döndü."Gidiyoruz. Burada sadece çamur ve başarısızlık var."
Tam adım atacakken durdu. Sağ gözü, ilerideki bir ağacın köklerine takıldı. Karanlığın ve yağmurun altında, çamura yarı gömülmüş küçük bir beden yatıyordu.
Diğerleri Yuria'nın neden durduğunu anlamadı.Cübbeli Adam: "Leydim?"
Yuria cevap vermedi. Süzülür gibi adımlarla küçük cesede yürüdü. Yağmur, o yürüdükçe önünde yarılıyordu.
Auren'in cesediydi.Sırtındaki büyük yara yağmurla yıkanmış, yüzü suya gömülmüş, terk edilmiş bir çocuk.
Normalde Yuria, bir insan cesedine bakmak için durmazdı. Ama kasabada topladığı ruh enerjileri, bu çocuğun yanına gelince garip bir titreşim vermişti.
Yuria çocuğun başına geldi ve durdu. Yağmur kesildi; Auren'in üzerine düşen damlalar havada asılı kaldı ve yön değiştirdi.
Eğilmedi. Sadece yukarıdan baktı. Tek gözü hafifçe kısıldı.
Yuria: "İlginç."
Aelrindel ve diğerleri merakla yaklaştı.
Aelrindel: "Sadece ölü bir insan çocuğu Leydim. Luxaris bir çöp gibi bırakmış."
Yuria: "Bakmasını bilmiyorsun, Aelrindel."
Eldivenli elini çocuğa uzattı. Avucunda yeşil ruh enerjisi yoğunlaştı ve parladı.
Işık çocuğu aydınlattığında, diğerleri nefesini tuttu.
Çocuğun bedeni ölüydü. Kalbi durmuştu. Ama bedenin etrafında… yağmur damlalarının bile içinden geçemediği gümüşi bir iplik vardı: Ruhu.Bedenini terk etmemişti. Gitmeyi reddediyordu.
Yuria (şaşkınlıkla fısıldayarak): "Ölmüş… ama gitmiyor. Ölümün kapısını içeriden kilitlemiş gibi."
Elini biraz daha yaklaştırdı. Göz bandı şiddetle titredi. Yuria'nın bembeyaz gözü, yüzyıllardır ilk kez şaşkınlıkla açıldı.
Ruhun derinliklerinde…Çocuğun ruhunun hemen yanında…Ondan tamamen bağımsız, zifiri karanlık, çok eski ve uyuyan ikinci bir ruh vardı.
Yuria elini hızla geri çekti. Yüzünde hayret dolu bir ifade belirdi.
Yuria (korkuyla karışık bir fısıltıyla): "Bu çocuk da kim?"
Cübbeli Adam: "Ne gördünüz Leydim?"
Yuria, Auren'in çamurlu cesedine sanki dünyanın en büyük sırrını bulmuş gibi baktı.
Yuria: "Bu çocuğun içinde iki ruh var. Biri kendi ruhu… öfkeyle bedenine tutunmuş, inatçı bir velet. Diğeri ise…"Sustu. O ikinci ruhun ne olduğunu hâlâ çıkaramıyordu.
Yuria, Aelrindel'e döndü.Sesi, göğü yaran bir şimşek kadar netti:
Yuria: "Bu çocuğu alıyoruz."
Aelrindel şaşırdı.Aelrindel: "Cesedini mi Leydim? Onu gömmek için mi?"
Yuria, Auren'in ıslak, gümüşi saçlarına baktı. Bir şimşek çaktı; yüzünde tehlikeli bir gülümseme belirdi.
Yuria: "Hayır, aptal elf. Onu uyandırmak için."
