Earl o gece uyumadı.
Sırtını soğuk taş duvara dayamış, tavana bakıyordu. Ev sessizdi ama sessizlik huzurlu değildi. Gözlerini kapattığında karanlık gelmiyor, bir başka gece geliyordu.
Daha küçüktü o zaman.
Altın gözleri henüz korkutucu değildi.
Sadece… fark ediliyordu.
O gece de rüzgâr yanlış yönden esmişti.
Earl kendini taş kapının önünde hatırlıyordu ama bu sefer yalnız değildi. Yanında bir adam vardı. Yüzü net değildi; zaman, hatıralardan yüzleri silmeyi severdi. Ama sesi hâlâ oradaydı.
"Bakma," demişti adam.
"Kapıya bakma. Kapı bakar."
Earl dinlememişti.
Çünkü çocuktu.
Ve merak, korkudan daha ağır basmıştı.
Kapı o zaman da sessizdi. Ama Earl yaklaştığında taşın içinden gelen bir titreşim olmuştu. Semboller parlamamıştı. Henüz.
Adam Earl'ü geri çekmeye çalışmıştı. Sertçe. Panikle.
"Geç kaldık," diye fısıldamıştı.
Aynı kelime.
Aynı ton.
Sonra her şey çok hızlı olmuştu.
Taşın içinden bir ses yükselmişti—konuşma değildi, çığlık da değildi. Ama Earl'ün içinden bir şeyi çekip almıştı. Dizlerinin üzerine düşmüştü. Nefes alamamıştı.
Ve acı.
İlk yara o zaman açılmıştı.
Ne bir pençe, ne bir bıçak…
Sanki taşın kendisi onu kesmişti.
Adam Earl'ün önüne geçmişti. Kılıcını çekmişti. Earl o kılıcı ilk kez o an görmüştü. Kabzasındaki altın damarlar hâlâ aklındaydı.
Adam bağırmamıştı.
Savaşmamıştı.
Sadece durmuştu.
Ve kapı, onu almıştı.
Geriye sadece kılıç kalmıştı.
Ve Earl'ün kanı.
Earl o an hatırlıyordu:
Kimse kaçmamıştı.
Kimse kazanmış değildi.
Sadece denge korunmuştu.
Earl gözlerini açtı.
Göğsü sıkışmıştı. Sol omzundaki yara, sanki yeniden açılmış gibi sızlıyordu. Elini oraya götürdü. Kan yoktu. Ama his gerçektir; hatıralar gibi.
Fısıldadı:
"Demek böyle başladı…"
Kılıç, odanın köşesinde sessizce duruyordu.
Ama Earl emindi:
Bu anı bir rüya değildi.
Ve kapı, onu ilk kez o gece tanımıştı.
Earl sabaha karşı ayağa kalktı.
Anı hâlâ içindeydi. Bir rüya gibi dağılmamış, aksine netleşmişti. Taşın soğukluğu, kanın sıcaklığı, adamın sesi… Hepsi yerli yerindeydi. Yıllardır kaçtığı bir hatıra, sonunda onu yakalamıştı.
Kılıcın yanına gitti.
Altın Yara, duvara yaslanmış duruyordu. Ne parlıyordu ne de karanlığa karışıyordu. Sanki bulunduğu yerde olması gereken tek şey oydu. Earl onu eline aldığında, beklediği sızı hemen gelmedi. Bu da yeniydi.
Kabzadaki altın damarlar, çocukluğundaki görüntüyle aynıydı. Hiç değişmemişlerdi. Zaman, kılıcı es geçmeyi seçmişti.
"Sen…" dedi Earl alçak bir sesle.
"Onundu."
Cevap gelmedi.
Ama Earl, kabzanın altında hafif bir sıcaklık hissetti. Ne yakıcıydı ne de rahatlatıcı. Daha çok bir hatırlatma gibiydi.
Gözlerini kapattığında, anı kaldığı yerden devam etti.
Adam kılıcı Earl'ün önüne bırakmıştı.
Bilinçli bir hareket değildi bu.
Bir kaçış da değildi.
Sonra geri dönmemişti.
Earl o gece tek başına köye dönmüştü. Kimseye ne olduğunu anlatmamıştı. Çünkü anlatacak kelime yoktu. Sadece şunu söylemişti:
"Kapı hâlâ orada."
Kimse başka soru sormamıştı.
Earl kılıcı ilk kez o gün eline almıştı. Küçük elleriyle ağır bir şeyi tutmaya çalışmış, başaramamıştı. Kılıç yere düşmemişti. Ama hareket etmemişti de.
Ta ki Earl'ün kanı kabzaya değene kadar.
Bugün bunu hatırlayınca, midesinde soğuk bir düğüm oluştu.
"Yani beni o gün seçmedin," dedi Earl.
"Ben seni uyandırdım."
Altın Yara ilk kez tepki verdi.
Bıçak boyunca, neredeyse görünmez bir çizgi belirdi. Işık değildi bu. Gölge de değildi. Sadece Earl'ün gözleri onu seçebiliyordu.
Ve bir fısıltı…
Net değildi.
Ama inkâr da edilemezdi.
> "Seçmek… sonradan gelir."
Earl nefesini tuttu.
Bu bir ses değildi.
Bu, bir düşüncenin paylaşılmasıydı.
Kılıcı yere bırakmadı. Ama daha sıkı da kavramadı. İlk kez, kılıçla savaşmak yerine onunla aynı yerde durdu.
O an anladı:
Bu kılıç bir silah değildi.
Bir miras da değildi.
Bu kılıç,
yarım kalmış bir nöbetti.
Dışarıda rüzgâr yeniden yön değiştirdi.
Earl kapıya bakmadı.
Ama kapının baktığını hissetti.
Ve ilk kez şunu düşündü:
Belki de kapı onu çağırmıyordu.
Belki de…
yerine bakıyordu.
