Cherreads

Elemental: Elementlerin Ötesinde

Eatss
7
chs / week
The average realized release rate over the past 30 days is 7 chs / week.
--
NOT RATINGS
362
Views
Synopsis
Yüzyıllar önce, bazı japon büyücüler doğal afetleri dizginlemek amacıyla 4 ayrı mücevher yarattı. Mücevherler elemental diyarın sihriyle kutsanmıştı. Ateş, hava, su ve toprak. Ateş mücevheri ateşi kontrol edebilir, yangın başlatabilir, eritip ısıtabilme gücünü verirdi. Hava mücevheri hava durumunu kontrol edebilir, güçlü kasırgaları yönetebilirdi. Su mücevheri suyu şekillendirir, yaratır ve dondurabilirdi. Toprak bitkilere hükmedebilir, depremler yaratabilirdi. Ama bu güçler tehlikeliydi. Kötü ellere geçmesi akıl işi değildi. Büyücüler korunmaları gerektiğinde karar kıldı. Özel keşişler eğitildi, büyü kitapları yazıldı, tapınaklar kuruldu... ama bir gün korkunç bir felaket geldi. Keşişler yok oldu. Tapınak yıkıldı. Tek bir kişi kaldı... tek bir keşiş. Yaşlı, pişman... çaresiz. Mücevherlerin hepsi kayıptı. Keşiş yıllarca kendini suçladı. Ama artık harekete geçmeliydi. Karar verdi. "Yeni savaşçılar eğiteceğim, kendi ekibimi kuracağım. Mücevherleri bulacağım."
VIEW MORE

Chapter 1 - Dört Işığın Masalı

Evvel zaman içinde, dünya henüz bugünkü gibi yaralı değilken,

dört ışık vardı.

Bu ışıklar ateş değildi yalnızca,

su da değildi,

rüzgâr da,

toprak da…

Onlar dünyanın nefesiydi.

Işıklar mücevherlere mühürlenmişti ve mücevherler, dağların arasına gizlenmiş taş tapınaklarda korunurdu. Keşişler onları takmazdı. Dokunmazdı. Sadece beklerdi. Çünkü beklemek, gücü kullanmaktan daha kutsal sayılırdı.

Ama beklemek gençlere ağır gelir.

Keşişlerden biri vardı; henüz sakalı terlememiş, kalbi aklından hızlı atan. Geceleri tapınağın soğuk taşlarında nöbet tutarken, mücevherlerin soluk ışığını izlerdi. Onların sessizliğini, boşa akan bir zaman gibi görürdü.

Bir gece, kendi yaşında başka bir öğrenciye fısıldadı:

"Neden burada saatlerce onları izliyoruz?Neden güçlerini kullanarak korumuyoruz?"

Bu söz, bir kapıyı araladı.

Ve bazı kapılar, bir kez aralandı mı, dünya bir daha eskisi gibi olmaz.

Diğer öğrenci tereddüt etti. Ama merak, korkudan ağır bastı.

Dört mücevheri aynı anda aldı.

Dördünü de taktı.

Ve onları uyandırdı.

Önce dünya titredi.

Sonra toprak öfkelendi; dağlar yarıldı.

Denizler yükseldi; kıyıları yuttu.

Gökyüzü alev aldı; rüzgâr çığlık attı.

Ateş, su, hava ve toprak…

Bir bedende birleşince denge doğmadı.

Kıyamet doğdu.

Tapınaklar yıkıldı.

Keşişler birer birer sustu.

Dualar yarıda kaldı.

Mücevherleri takan öğrencinin bedeni, ışığı taşıyamadı.

Damarları çatladı.

Nefesi kesildi.

Ve ölürken bile şaşkındı.

Ardından, dünya bir kez daha çığlık attı.

Büyük bir enerji patladı; öyle bir patlama ki, ışıklar göğe savruldu. Mücevherler birbirinden koptu, yönsüzce dağıldı ve kayboldular. Nereye gittiklerini kimse görmedi. Çünkü o anda bakacak kimse kalmamıştı.

Felaketler bir anda durdu.

Ama geriye…

hiçbir şey kalmadı.

Yıkıntıların arasında yalnızca bir öğrenci nefes alıyordu.

O, teklifi fısıldayan genç keşişti.

Gözlerini açtığında dünya sessizdi.

Ama bu bir barış sessizliği değildi.

Bu, yas tutan bir dünyanın sessizliğiydi.

Başının ucunda yalnızca bir şey duruyordu:

eski bir büyü kitabı.

Mücevherler yoktu.

Ustaları yoktu.

Tapınaklar yoktu.

Sadece suç vardı.

Ve zaman.

Derler ki o keşiş, hatasını telafi etmenin yolunu aramak için yüz yıl boyunca yaşadı.

Derler ki, yüz yıl sonra dünya yeniden kıpırdadığında, o artık beklemiyordu.

Çünkü bazı masallar,

uyarı olarak anlatılır.

Bazıları ise…

tekrar yaşamamak için.

--

Aradan yüz yıl geçmişti.

Mücevherlerin arandığı yüz yıl.

Keşiş bu süre boyunca pek çok ülke dolaşmış, pek çok dile kulak vermişti. Haritalar eskimiş, sınırlar değişmişti; bazı şehirler yükselmiş, bazıları ise adını bile unutturmuştu. O ise hepsini adımlamıştı. Tapınak kalıntılarını, yasak arşivleri, çocuk masalı sanılan efsaneleri…

Ve yine de elinde bir hiçlikle, her şeyin başladığı şehre döndü.

Taşları tanıyordu. Sokakların yönünü biliyordu. Ama şehir, onun hatırladığından daha huzursuzdu. Geceleri gökyüzü kızıl uyanıyor, sabahları kül kokusu rüzgârla sokak aralarına siniyordu.

Yangınlar çıkıyordu.

Sebepsiz.

Kıvılcımsız.

Kimse aynı noktayı işaret edemiyor, kimse aynı nedeni söyleyemiyordu. Ateş bir evde sönüyor, ertesi gün başka bir sokakta yeniden doğuyordu. Sanki şehir, kendi kendini yakmayı öğrenmişti.

Keşiş, bunu gördüğü anda anladı.

Bu, bir kaza değildi.

Bu, bir lanet de değildi.

Bu, bir işaretti.

Ateş mücevheri uyanıyordu.

Ya da… birine doğru çağrılıyordu.

O gün, yüz yıl sonra ilk kez beklemedi.

Kaçmaktan, aramaktan, yalnız yürümekten vazgeçti. Çünkü artık biliyordu: Mücevherler tek başına bulunmazdı. Ve bir daha asla tek bir kişinin omuzlarına yüklenmemeliydi.

Kararını verdi.

Bir ekip kuracaktı.

Seçilmişleri değil, dayanabilecekleri.

Güç arayanları değil, sorumluluğu anlayanları.

Onlara bildiği her şeyi öğretecekti.

Savunma büyülerini.

Elementlerin sınırlarını.

Ve en önemlisi… bedelini.

Çünkü bu kez amaç, mücevherleri kullanmak değildi.

Bu kez amaç,

onlar dünyayı bir kez daha yakmadan önce

onlara ulaşmaktı.

Ve böylece, yüz yıl önce bir hatayla başlayan hikâye,

ilk kez bilinçli bir adımla

yeniden yürümeye başladı.

--

Aradan birkaç gün geçmişti.

Keşiş bu günleri, aldığı işaretin izini sürerek geçirmişti. Köy köy dolaşmış, kalabalıkların arasına karışmış, acele etmeksizin bakmıştı. Yangınların başladığı yerler belliydi; ama onları çağıran şey, henüz görünmüyordu. Kanezawa, listenin sonundaydı.

Yağmur yağmıştı, yerler ıslaktı. Hava bulutluydu, Kanezawa köyünde sabah sisi henüz dağılmamıştı. Pazar yeri kurulmuştu; ahşap tezgâhların üzerine serilen kumaşlar rüzgârla hafifçe dalgalanıyordu. Etraf kalabalıktı ama buna rağmen hiç gürültü yoktu.

Keşiş elinde bastonuyla, sahte bir bitkinlik kuşanarak pazarı gezmeye koyuldu. Artık saklanmıyordu; ama hâlâ dikkat çekmek istemiyordu. Diğer üç öğrencisini çoktan bulmuş, eğitimlerine başlamıştı. Yine de sonuncusu eksikti. Ve içini kemiren o his, onu Kanezawa'ya getirmişti.

İlk öğrencisi, sanki o da onu arıyormuş gibi, aniden karşısına çıkıvermişti. Keşiş, saçma olacağını bilmese kızın kendisine öğrenci olmayı teklif edeceğini düşünebilirdi.

İkinci öğrencisini ormanlık alanda bulmuştu; odun kesen, kaslı ama yorgunluğu gözlerinden okunan genç bir adamdı.

Üçüncüsünü ise dağın yamacında görmüştü; rüzgârın yüzüne sertçe vurmasına aldırmadan, kendini teslim etmişçesine oturan mağrur bir genç oğlan…

Keşiş yürüdü, etrafı süzdü. Diğerleri gibi yirmili yaşlarında birini arıyordu. Ancak pazar yerinde bu ölçülere uyan kimseyi göremiyordu.

Ta ki pazarın girişine panikle koşan genç bir kız, ona çarpıp ikisini birden yere yuvarlayana dek.

Ayoi:

"Ah! Aman Tanrı'm!"

Kız dehşetle doğruldu, ardından ihtiyar keşişe yöneldi.

Ayoi:

"Çok çok… çok özür dilerim! İyi misiniz?!"

Keşiş, bastonuna yaslanarak ağır ağır ayağa kalktı. Yüzünde, aradığını bulan birinin istemsiz gülümsemesi vardı; ama bunu saklamaya çalıştı. Gözleri yine de ışıl ışıldı.

Keşiş:

"İyiyim, endişelenmeyin genç bayan."

Kız narin ve ince yapılıydı. Beline kadar dökülen koyu lacivert, dalgalı ve ipeksi saçları vardı; kahkülleri alnına düşüyordu. Bembeyaz teni ve cam gibi mavi gözleriyle çevresindeki köylülerden ayrılıyordu. Üzerindeki bembeyaz, ipeksi kumaştan elbise sabahlığı andırıyordu; sade ama kusursuzdu.

Kız başıyla bir kez daha özür dileyip uzaklaşmaya yeltendi.

Keşiş, bir an duraksadı. Sonra, sanki geç kalırsa bir şey geri dönülmez biçimde kaçacakmış gibi, koluna hafifçe dokundu.

Keşiş:

"Affedersiniz… Size bir teklifim olacak.

Bana adınızı bahşeder misiniz?"

Kız, şaşkınlıkla ona baktı. Temkinliydi; ama merakı, geri adım atmasına engel oldu. Kısa bir tereddütten sonra konuştu.

Ayoi:

"Ayoi… adım Ayoi."

Keşiş kızın kolunu bırakmadı ama tutuşunu gevşetti. Sanki durdurmak değil, sadece kaçmamasını istemişti.

Gözleri bir anlığına kızın ayakkabılarına, ıslak zeminde bıraktığı izlere kaydı. Ardından tekrar yüzüne baktı.

Keşiş:

"Az önce koşarken… kimden kaçtığını sormayacağım."

Kız irkildi. Dudaklarını araladı ama bir şey söylemedi.

Keşiş:

"Ama şunu söyleyebilirim… burada olmaman gerekiyormuş gibi duruyorsun."

Kız kaşlarını çattı. Bu cümle rahatsız ediciydi; ama nedense yalan da değildi.

Ayoi:

"Eğer bir şey satmıyorsanız-"

Keşiş başını hafifçe salladı.

Keşiş:

"Satacak bir şeyim yok..."

Kısa bir duraksamadan sonra ekledi:

"...ama aradığım bir şey var."

Pazar yerinden hafif bir rüzgâr geçti. Kumaşlar yeniden dalgalandı.

Keşiş:

"Bir süre benimle yürür müsün?"

Kızın nefesi tutuldu.

Bu bir emir değildi.

Bir davet de sayılmazdı.

Ama reddedilirse… sanki bir daha hiç sorulmayacakmış gibiydi.

Cevap vermedi.

Keşişin bakışları hâlâ onun üzerindeydi; aceleci değildi, beklenti taşımıyordu. Sanki cevabı zaten duymuş gibiydi.

Kız, ıslak taşların üzerinde bir adım attı. Sonra bir tane daha. Pazar yerinin gürültüsüz kalabalığı arkasında kaldıkça, nefesi de yavaşladı. Nereye yürüdüğünü bilmiyordu; sadece durmamayı seçmişti.

Keşiş bastonunu yere hafifçe vurdu ve onunla yan yana yürümeye başladı.

Bir süre sessizlik oldu.

Sadece rüzgârın kumaşlara değen sesi ve uzaktan gelen çan tınıları duyuluyordu.

Keşiş:

"Burada kimseye ait değilsin."

Kızın parmakları istemsizce elbisesinin kumaşını sıktı.

Keşiş:

"Ama kaçtığın yer de seni beklemiyor."

Bu cümle, ilkinden daha ağırdı. Kız durdu. Başını çevirmeden konuştu.

Ayoi:

"Beni tanımıyorsunuz."

Keşiş gülümsedi. Bu bir zafer gülümsemesi değildi.

Keşiş:

"Tanımam gerekmiyor..."

Kısa bir duraksamadan sonra ekledi:

"...Elementler insanı tanımaz. Sadece… yankıyı duyar."

Kız kaşlarını çattı. İlk kez bakışlarını ona çevirdi.

Ayoi:

"Ne demek istiyorsunuz?"

Keşiş, pazar yerinin girişine doğru başıyla işaret etti. Sis hâlâ dağılmamıştı; yollar birbirine karışıyor gibiydi.

Keşiş:

"Burada kalırsan, bir süre sonra sesini de kaybedersin..."

"...Ben sadece… başka bir yol olduğunu söylüyorum."

Kızın göğsünde tanımlayamadığı bir baskı oluştu. Korku değildi. Merak da sayılmazdı.

Daha çok, uzun süredir kapalı olan bir kapının hafifçe aralanması gibiydi.

Ayoi:

"Ve o yol… nereye çıkıyor?"

Keşiş bastonuna yaslandı. Gözleri sisin içine kaydı.

Keşiş:

"Elementlere."

Bir an sustu.

"Ama asıl mesele… onların ötesinde ne yapacağına karar verebilmen."

Kız duraksadı, düşünür gibi uzaklara daldı. Gök gürledi, ve yağmur tekrar Kanezawa'ya bastırdı. Atıştıran yağmura başını kaldırdı, yüzünün ıslanmasına izin verdikten sonra başını çevirdi, arkasına baktı. Koşarak uzaklaştığı yöne... ardından keşişe baktı, onaylarcasına başını salladı.

Ve yol boyunca keşişi dinledi.

[1. Bölüm Sonu.]