Hayatım boyunca içine düştüğüm bu bataklıktan çıkmak için elimden geleni yapmıştım ama hiçbir şey istediğim gibi olmamıştı. O bataklık beni içine çekmiş, nefes alamayacak hâle getirmişti. Hiçbir zaman yaşadığım şeyler yüzünden isyan etmemiştim. Tek istediğim huzurlu bir hayattı ama bundan oldukça uzaktım. Küçüklüğümden beri pek sevilen bir insan olmamıştım; öyle ki vücudumda normal olan şeyler yüzünden bile zorbalığa uğrar hâle gelmiştim. Bütün bu zaman boyunca yanımda sadece kızıl saçlı ve mavi gözlü bir kız vardı; o da Anna'ydı.
Hiçbir zaman beni yalnız bırakmamıştı. Şimdi ona arkamı dönüp gitmek ise gözüme en zor gelen şeydi. Bunu yapmamam gerektiğini her zerremle biliyordum ve bundan kaynaklı, vücudum istemsiz bir şekilde olduğu yerde kaskatı kesilmişti. Gittiği yerin tehlike dozunu gözümde kestirebiliyordum; ergen veletlerin kendi cesaretlerini kanıtlamak için gittiği bir yerdi orası. Ki bu kasabada serseri olmayan insan sayısı çok azdı. Anna'nın başına bir şey gelebileceği düşüncesi beni daha da çok gerdi.
Okuduğu o aptal kitaba inanmıyordum ama yine de onu yalnız bırakamazdım.
"Bekle, giyinip geliyorum!" diyerek bağırdım. Merdivenden hızla çıkarak odama girdim. Dolabı açıp siyah bir kazak ve pantolon çıkardım. Onları yatağın üstüne fırlattıktan sonra üstümü çıkartırken aynaya yansıyan yüzümü gördüm. Sefil bir hâldeydim; göz altlarım daha kötü bir hâle gelmişti. Anna'nın dediği gibi zombi gibi görünüyordum. Uyumak zorunda olduğumun farkındaydım ama vücudumu bundan alıkoyan şeylere karşı herhangi bir gücüm yoktu.
Yarın çalışmaya başlamam lazımdı ama ben yine uyuyamamıştım. Bu, bende çalışma zorluğu yaratıyordu. Pantolon ve kazağı giydikten sonra odadan çıkmak için arkamı döndüm. O sırada, tam önümde beliren siyah bir jaguar yüzünden adımlarım yerde sabitlendi. Gözlerimi kaçırdım; gerçek değildi ama gerçek gibi görünüyordu. Gördüğüm diğer yaratıklardan çok farklıydı. Onlar soğuk tenliydi ve derileri yanmış gibiydi. Kimisi yılan, kimisi yarasa şeklindeydi ve hepsinin kendine ait güçleri vardı.
Tüm bunlar bir delinin inandığı sanrılardan başka bir şey değildi. Komodinin üzerinden ilaç kutumu alıp arka cebime sıkıştırdım ve odadan dışarı çıktım. Arkamda beni takip eden şeyi hissediyordum ve vücudum çok fazla gerilmeye başlamıştı; oldukça rahatsız ediciydi. Merdivenlerden aşağı indiğimde, gülerek beni bekleyen Anna'ya baktım. Onun görmediğine bakılırsa bu yine benim sanrımdı. Zaten görmesini beklemek bile aptallıktan başka bir şey değildi. Uykulu gözlerimi ondan kaçırarak dış kapıya doğru yürüdüm. Portmantodan siyah montumu alarak üstüme geçirdim. Anna'nın sevinçle güldüğünü gözümün ucuyla görüyordum. Onun mutlu olması hoşuma gidiyordu ama böyle saçmalıklarla uğraştığımız için kızgındım. Anna montu giydiğinde kapıyı açtım ve dışarı çıktım. Soğuk hızlıca bedenime işlemeye ve beni üşütmeye başladı. Etraf bembeyaz olmuştu; ağaçların üstü bile karla dolmuştu ve kabul etmem gerekirse oldukça güzel görünüyordu.
Anna'nın bahçeme park ettiği arabaya baktım. Son model siyah bir arabası vardı; oldukça hoş bir modeldi, zenginler için ideal olanlardan. Anna arabanın kapılarını açtığında botumu kara saplayıp ön koltuğa doğru yürüdüm. Kar neredeyse ayak bileğime yakındı; ilerleyen saatlerde muhtemelen yağış oranı daha fazla artacaktı. Ondan önce hemen eve gelsek iyi olurdu, çünkü o lanetli evde sıkışıp kalmak istemiyordum. Kapıyı açıp ön koltuğa kendimi attığımda Anna hızlıca şoför koltuğuna oturdu ve ısıtıcıyı açtı.
"Biraz hızlı olsak iyi olur, kar gittikçe hızlanıyor," diyerek ona baktım. Kafasını onaylar bir biçimde salladı.
"Brendon bir şey dedi mi?" dedim, o arabasını bahçemden çıkartırken.
"Hayır," diyerek fısıldadı. Sesi hâlâ hüzünlü geliyordu. Dudaklarını ıslattı. "Ve yanında bir kız vardı… Öpüşüyorlardı," dedi.
Gözlerimi cama doğru çevirdim; sorduğuma pişman olmuştum. O aptal korkaklığının bedelini başka tenlerde ödeyecekti.
"Bana bakarken gördüm ama gözlerinin içi bomboş gibiydi. Birkaç kez gözlerinde pişmanlık yakalamış gibi hissettim," diyerek yutkundu ve devam ettirdi: "Ya da ben öyle olsun istediğim için…" Gözleri dolmuştu.
"Bana yaptıklarından sonra onu nasıl affederim bilmiyorum," diyerek içini dökmeye devam etti. Aşk denen saçmalığa inanmıyordum ama onu ilk defa Anna'nın gözlerinde görmüştüm. Sanki bütün dünyası o çocuk olmuş gibiydi; oldukça saf ve masum duygularla sevmişti onu ve ben bunu görebiliyordum. Yanındaki hariç... Muhtemelen hayatı boyunca bir daha bulamayacağı bir sevgiyi kaybetmişti. Bu oldukça acınasıydı.
Aşk, içe çekilen zehirli bir nefes gibiydi. En başında güzel, sonra ise acı ve hüsrandan ibaretti. Kafamı cama dayayarak dışarıyı izlemeye başladım. Anna arabayı bahçeden çıkarmıştı ve yavaş yavaş lanetli eve doğru gidiyorduk. Açtığı ısıtıcı sayesinde vücudum gevşemişti. Dışarıdaki bembeyaz örtü ise bana huzur veriyordu. Ani bir uyku ile esnedim.
"Yarın işe gelme, doya doya uyursun," dedi Anna. Kafamı onaylar anlamda salladım.
"Sen gidecek misin?" derken kafamı tekrar ona çevirdim.
Suratını buruşturdu. "Gitmeye çok niyetim yok, evde içki içip sızmak planlarım arasında."
Arabanın içini bir telefon sesi böldü. Gözlerimi ona çevirdim; ses arka koltuktan geliyordu.
"Telefonumu verir misin?" dedi. Vücudumu arkaya doğru çevirdim, çantayı almak için kolumu uzattım… ama bir anda duraksadım. Siyah Jaguar arka koltukta oturuyordu ve gözleri doğrudan yüzüme kilitlenmişti.
Kalbim hızla çarparken, onu görmezden gelmeye çalıştım. Çantayı hızla kapıp önüme döndüm, telefonu Annaya uzattım ve arka cebimden ilacımı çıkarıp içtim. Ellerim titriyordu, ama sessiz kalmayı başardım.
Sanki daha önce onu görmüş gibiydim. Bir süre bu aklımı kurcaladı, ama herhangi bir anı gözümün önüne gelmedi.
Kısa bir süre sonra lanetli eve gelmiştik.
Elimdeki ilacı tekrar arka cebime sıkıştırıp arabadan aşağı indim. Burası, kasabaya en uzak kalan bölgeydi; aynı benim evim gibi, ormanın iç kısmında kalıyordu. Simsiyah dış cephesine dikkatle baktım. Kırmızı yazılarla süslenmiş tuhaf semboller vardı; ne olduklarını anlayamıyordum.
Anna inmeden önce bagajı açtığında ona doğru baktım ve elimden geldiğince arka koltuğa bakmamaya çalıştım. Eline iki tane el feneri alarak bagajı kapattı.
Gülerek yanıma geldi ve fenerlerden birini elime tutuşturdu. Ev, neredeyse yıkılmak üzereydi; dış cephesi dökülmüş, kararmış taşlarla kaplıydı. Soğuk ve rüzgârlı bir sessizlik hâkimdi.
"Çabuk girip çıkalım da, bir an önce eve gidelim," dedim. Anna benden önce davranarak, heyecanla eve doğru atıldı ve bahçe kapısını açtı.
Kapı gıcırtıyla aralandığında kulak tırmalayıcı tiz bir ses yükseldi. İçim ürperdi, suratımı buruşturup feneri sıkıca tuttum.
Kafamı yukarı kaldırıp derin bir nefes aldım. Seyrekleşen bulutların arasından, soğuk geceyi süzen bir ışık göründü; bugün dolunay vardı. Anna'nın kızıl saçları, karla kaplanmış hâliyle hafifçe dalgalanıyordu.
Arkasından sessizce yürüyerek eve doğru ilerledim. Lanetli evin hâlâ neden bu kadar çekici ve ürkütücü olduğunu anlamıyordum. Anna, aralık olan kapıyı yavaşça açtı ve simsiyah, zifiri karanlık içeriye kafasını uzatarak baktı. İçeriden soğuk ve nemli bir hava yükseldi.
Kendimi kontrol etmeye çalışarak, arkasından onu hafifçe itekledim. Her adımda tahtaların gıcırdadığını duydum; sessizlik, neredeyse kulaklarımı sağır edecek kadar yoğunlaşmıştı.
Feneri yakarak etrafı dikkatle inceledim. Duvarlarda, dış cephedeki gibi, tuhaf ve anlaşılmaz yazılar vardı. Burası bomboş, devasa bir depo gibi görünüyordu; nefesim boğazımda düğümlenir gibi oldu. Evin içindeki nem ve boğuk hava nefesimi kesti.
"Burası tek katlıymış," diyerek mırıldandım.
"Tanrım, yukarı bak!" dedi Anna. Başımı kaldırıp baktığımda tavanda cam olduğunu gördüm; ay tam tepemizdeydi ve ışığıyla evin karanlık içini yavaşça dolduruyordu. Işık zemine vurduğunda, kırık bir tahta parçasının yanında duran bir kağıt dikkatimi çekti.
"Burada bir şey var," dedim ve ayaklarımın dibindeki eski, sararmış, yer yer yırtılmış kağıdı dikkatle yerden aldım. Anna hızla yanına geldi ve feneri kağıda tuttu; ışığın altında yazılar daha belirgin hâle geldi, ama hâlâ anlam veremiyordum. Harfler tuhaf bir düzenle dizilmişti, bazıları neredeyse silinmişti.
"Bir tür ayin noktası olabilir mi burası?" diye sordum. Kağıdın üstündeki yazıyı hâlâ çözmeye çalışırken içimde hafif bir ürperti yükseldi.
Bir süre sonra zihnimin uyuştuğunu hissettim; bakışlarım kağıda kilitli bir şekilde kaldı. Anna'nın bir şeyler söylediğini, kıpırdayan dudaklarından anlayabiliyordum, ama kulaklarım ortamda git gide artan basık havadan tıkanmış gibiydi. İçimde bir yerlerde yükselen hisse anlam veremedim, ama o an zihnimin derinliklerinde yankılanan ses hepsinden daha ağır bastı.
İçeriye giren tanıdık bir varlığın nefesini soludum… Bu Jaguar'dı. Kıpırdayan dudaklarıma engel olamadım ve kağıdın üstünde yazan yabancı cümleler dudaklarımdan döküldü:
"Ay ışığı geceyi yarıp gövdeye düşer ise, gövde geceyi yarıp ölüme düşer."
Okuduğum cümleyle birlikte aniden başım dönmeye başladı; nefes alamıyordum. Anna vücudumu sarsmaya başlamıştı. Ona bakmaya çalışırken kağıt, parmaklarımın arasından kayarak yere düştü, daha demin aldığım yere sessizce uçtu ve aynı noktaya kondu; bir büyü gibi.
Titremeye başlamıştım. İçimde güçlü bir sıcaklık vardı; sanki kor bir aleve atılmış gibiydim. Ay ışığı gittikçe artıyordu ve en sonunda kör edecek dereceye geldiğinde kolumu gözlerime siper ettim. Acı çekiyordum; bu soğuk havada ter içinde kalmıştım. Vücudumdan akan terler, küçük bir su birikintisi oluşturabilecek vaziyetteydi. İstemsizce yere çöktüm. Anna'nın bana sarıldığını hissediyordum.
Bunlar benim hayal ürünüm müydü? Gözlerime siper ettiğim kolumu çekip yavaşça açtım, ama bembeyaz bir ışıktan başka bir şey göremedim. Yanımda duran Anna bile gözlerini sıkıca kapatmıştı. Vücudum dehşetle sarsılıyordu; ışık kör edici bir şekilde çoğalıyor, etrafı adeta yutuyordu.
Hızla gözlerimi kapattım ve içimden saymaya başladım. Kalbim deli gibi çarpıyor, terler yüzümden süzülüyordu. Aradan geçen birkaç saniye bir ömür gibi gelmişti. Sıcaklığın ve ışığın yavaş yavaş kaybolduğunu hissettiğimde gözlerimi bir kez daha açmayı denedim; gördüğüm şey karşısında ağzım şokla aralandı.
"Anna," diyerek fısıldadım yanımdaki arkadaşıma. Gözlerini açarak etrafa baktı ve dudaklarından bir küfür yükseldi:
"Siktir, burası da neresi?"
