At arabası gün boyu ilerledikten sonra Somme bölgesinin yanık kokusu Thomas'ın burnuna yeniden doldu.
Toprağın rengi değişmişti; yağmur, kan, barut ve çamur aynı çukurda birleşmişti.
Cephenin üzerini koyu gri bir sis gibi duman kaplıyordu.
Thomas arabadan indiğinde bir onbaşı bağırarak karşıladı:
"Yeni gelenler! Çukurların oraya, 3. hata gidim!"
Thomas ilerlerken, siperler üç hafta içinde bile tanınmayacak hâle gelmişti.
Yer yer çökmüş toprağın altında kasklar, kırık tüfekler gömülüydü.
İlk geldiğinde genç yüzlü olan askerlerin çoğu şimdi ya yoktu ya da bakışları boşalmıştı.
Bir asker yanından geçerken homurdandı:
"İngilizler her gün daha çok sıkıştırıyor."
Başka biri ekledi:
"Duydun mu? Şu tekerlekli şeyi yine görmüşler."
"Dev gibiymiş… Sıktığımız mermiler üstünden sekip gidiyormuş."
Bu fısıltılar bir süredir cepheyi dolaşıyordu. Kimse tam olarak ne olduğunu bilmiyordu; sadece "metal kaplı bir canavar" dedikleri bir şeyin ilerlediğinden bahsediyorlardı.
Thomas siperin içine girdi. Tahta kaplamalar çamurdan şişmiş, bazı kısımlar çökmüştü.
Subaylardan biri haritayı incelerken yarım sesle konuştu:
"14. tabur dün öğleden sonra yerinde tutunamadı. İngilizler artık her saldırıda farklı bir şey deniyor."
Thomas tüfeğini aldı, siperin kenarına yaslandı. Bir an göğsündeki eski yaranın sızladığını hissetti, ama yüzü değişmedi.
Gözleri karşıdaki İngiliz hattının üstünde gezindi. Duman, tel, patlamış toprak…
Siperin içinden bir asker ona baktı:
"İlk kez mi burdasın?"
Thomas başını hafifçe salladı.
"Aslında… ikinci."
Asker bir şey demedi. Thomas'ın sesindeki durgunluk ona yeterince cevap olmuştu.
Gökyüzünde İngiliz topçusunun ilk atışı gürledi.
Toz, çamur, duman siperin üzerine çökünce Thomas refleksle çömeldi, sonra yavaşça yeniden doğruldu.
Yanında duran genç bir asker şaşkınlıkla baktı:
"Korkmadın mı?"
Thomas, gözlerini karşı hatta dikerek sadece tek bir cümle söyledi:
"Daha gün yeni başlıyor."
Ve Somme'nin dördüncü haftası, bir kez daha cehennem gibi açıldı.
Sabahın ilk ışıkları, siperlerin üzerinde donuk bir gri tabaka hâlâ yerini korurken doğudan ağır ağır yükselmeye başladı. Thomas, gece boyunca doğru düzgün uyuyamadığı için gözlerinde keskin bir yanma hissediyordu. Toprak kokusu, barutun isli kokusuna karışmış, nefes alırken bile ciğerlerine kadar işlenmişti. Bu artık onun için savaşın doğal kokusuydu.
Siperlerin kenarlarında sabah devriyesi sessizce yürürken, Thomas çamurlu çelik miğferini düzeltti. Alayda bir süredir huzursuz bir fısıltı dolaşıyordu. "İngilizler büyük bir saldırı hazırlıyor." Bu cümlenin ağırlığı, zaten gergin olan havayı daha da sıkıştırıyordu.
Ama bugün farklı bir söylenti de eklenmişti:
"Yeni bir makine getiriyorlarmış… Zırhlı bir şey… Makineli tüfeklerle kaplı."
Thomas bu sözleri duyduğunda alayla gülmüştü ama içindeki bir taraf, tanımlayamadığı bir sıkıntıyla sıkışmıştı. Kimse tam olarak ne olduğunu bilmiyordu. Kimisi dev bir traktör olduğunu, kimisi içi zırhla kaplı bir kutu olduğunu söylüyordu. Bazıları ise bunun sahte bir söylenti olduğundan emindi.
Siperin ilerisine yürürken Fritz -onunla sahra hastanesinde tanıştığı dostu- elindeki kuru ekmek parçasını kemirerek yanına yaklaştı.
"Onbaşı, bu gece İngiliz hatlarından gelen sesleri duydun mu? Bir şeyleri sürüklüyor gibiydiler."
Thomas başını salladı.
"Duydum. Ama ne olduğunu bilmiyorum. Belki top mermisi taşıyorlardır."
Fritz dişlerinin arasındaki ekmeği kopardı.
"Belki… ama ben daha ağır bir şey sandım. Sanki metal sürtünüyordu."
Thomas cevap vermedi. İçindeki sıkıntı biraz daha büyüdü.
Siper boyunca yürüdükçe her şey olağan görünüyordu ama askerlerin yüzündeki ifade, yaklaşan bir fırtınanın sessiz habercisiydi. Herkes bir şeylerin yaklaştığını biliyor ama adını koyamıyordu.
Gözlem noktasına çıktığında rüzgâr daha keskin esti. Karşı hat, sabah sisinin içinde hayalet gibi görünüyordu. Dürbününü çıkarıp dikkatlice baktı. İngiliz siperlerinde yoğun bir hareketlilik vardı. Askerler telaşlıydı; mühimmat taşınıyor, sandıklar indiriliyor, kamyonlar gidip geliyordu.
Fakat bir şey dikkatini çekti.
İngiliz hatlarının çok gerisinde, sisin içinde büyükçe bir şekil kısa süreliğine belirdi—ama tanımlayamadan tekrar sisin ardında kayboldu.
Thomas gözlerini kıstı.
"Bu da neydi?"
Arkasından bir ses geldi.
"Bir şey mi gördün onbaşı?"
"Bilmiyorum," dedi Thomas, dürbünü indirirken, "ama büyük bir şey hareket ediyordu. Hayvan değildi. Araba da değildi."
Gözetleme noktasındaki diğer erler duraksadı. Kimseden bir yorum gelmedi, ama hepsinin yüzünde aynı soru vardı.
Öğleden sonra, General Auntwont'dan siperlere emir ulaştı:
"Hazır olun. İngiliz ağır topçusunun yakın zamanda büyük bir bombardıman başlatması bekleniyor."
Thomas'ın kalbi hızlandı. Demek söylentiler doğruydu. Bir şeyler geliyordu. Ama ne?
Geceye doğru gökyüzü kızıl bir renge büründü; İngiliz topçusu ufukta prova atışları yapıyor olmalıydı. Her patlama, yerin altında bile hissediliyordu.
Fritz yanına gelip fısıldadı:
"Onbaşı… Sence o sisin içindeki şey neydi?"
Thomas yavaşça cevap verdi.
"Bilmiyorum Fritz. Ama yarın sabah bunu öğreneceğiz gibi kötü bir his var içimde."
Siperlerin üzerine çöken sessizlik, yaklaşan fırtınanın sessizliğiydi.
3 Ağustos gecesi, Thomas bugüne kadar birçok çatışmaya girmişti ama hiçbirinde böyle bir tedirginlik hissetmemişti. Gökyüzü karardığında, uzaklardan bir kez daha metal bir gıcırtı yankılandı.
Ve Thomas, ilk defa hayatında makinenin kokusunu toprakla karışık hisseder gibi oldu.
