Thomas gözlerini açtığında sahra hastanesinin çadırı hafifçe sallanıyordu. Hava keskin ilaç kokuyordu. Yan yatakta bir asker nefes nefese inliyordu, doktorlar aceleyle bir yerden bir yere koşuyordu.
Thomas'ın göğsünün sol tarafında kalın bir bandaj vardı. Her nefeste yanma hissi yükseliyordu ama yüzü hiç değişmedi. Sanki acı bedeniyle birlikte doğal bir şeye dönüşmüştü.
Doktor başucuna gelip, "Bir süre dinlenmen gerek," dedi.
Thomas sadece başını hafifçe eğdi. Ne şaşırmıştı ne de paniklemişti. Gözleri, dışarıdan gelen uğultuya takıldı. Herkes bir şeyden kaçıyor gibiydi ama o sadece sessizce dinliyordu.
Bir hemşire sedyeyle bir yaralıyı içeri getirdi; kan içinde genç bir çocuk. Thomas kısa bir an baktı, sonra gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. Yüzünde ne ürperti ne gerilim vardı — sadece sakin, ağır bir ifade.
Müller'in çamur içindeki yüzü bir an gözlerinin önünden geçti. Thomas'ın parmakları yavaşça örtünün kenarını tuttu. Ne iç çekti ne de gözünü kaçırdı; sadece baktı, sessizce.
Dışarıdan bir komut sesi duyuldu.
Thomas başını yana çevirdi, gözlerinde durgun ama sert bir parıltı belirdi. Sanki içindeki bir şey kırılmış ve yerini başka bir şey almıştı.
Sonra yavaşça doğrulmaya çalıştı. Doktor hemen engelledi.
"Henüz değil."
Thomas hiçbir şey söylemedi. Ama o an yüzündeki ifade, kelimelerden çok daha fazlasını anlatıyordu.
...
Üç hafta geçti. Sahra hastanesinin çadırları havanın nemiyle ağırlaşmış, içerideki ilaç kokusu bile dışarı taşmıştı.
Thomas artık doğrulmakla kalmıyor, yürüyordu. Göğsünün solundaki yarası hâlâ zaman zaman sızlıyordu ama onu durduracak gibi değildi.
Yirmi yaşında, ama bakışları sanki yıllarca cephede kalmış bir askerin bakışıydı.
Bu sabah çadırın dışında askeri hareketlilik artmıştı. Yüzler gergindi; subaylar kısa ve hızlı adımlarla bir yerlere gidip geliyordu.
Hastanenin arka tarafındaki gölgelikte iki subayın konuşmalarını duydu:
"Seferberlik tekrar genişliyor, her iyileşen geri gönderilecek."
"Somme cephesinde adam kalmadı neredeyse."
Diğeri sesini düşürdü:
"Bir de… tuhaf bir şeyden bahsediyorlar."
"Ne tuhaf şeyi?"
"Tekerlekli… büyük bir şeymiş. Metal kaplı, yeri sarsıyormuş. İngilizlerin getirdiği yeni bir şey diyorlar."
"Abartıdır. At arabası falandır."
Thomas, duyduklarını belli etmeden çadırın kapısına yaslandı. "Metal kaplı, tekerlekli…"
Anlam veremedi. Ama hafif bir merak kıpırdadı içinde.
Öğleden sonra bir çavuş çadıra girip seslendi:
"İyileşenler! Hazırlanın. Somme hattına geri dönüyorsunuz!"
Thomas sessizce botlarını bağladı. Elini göğsündeki sargıya götürdü, sonra bıraktı. Yüzünde ne acele vardı ne de tereddüt.
Sanki geri dönmeyi uzun süredir bekliyordu.
Sedyeler, bağırışlar, yan çadırlardan yükselen iniltiler arasında yürüyüp dışarı çıktı. Akşam güneşi çadırların üzerine kızıl bir ışık düşürüyordu.
Bir at arabasına bindirildi; yanında diğer yaralı ama geri dönecek kadar iyileşmiş askerler vardı.
Yollar çamurluydu. Cephenin dumanı uzak ufku gri bir perdeye çevirmişti.
Thomas, ileriye baktı. Ne düşündüğü belli olmayan donuk bir yüz ifadesi vardı.
Somme vadisi yeniden yanıyordu.
Ve Thomas tekrar o ateşin içine dönüyordu.
