Top sesleri sabahın sessizliğini çoktan yırtmıştı. Thomas, başını siperin kenarından uzattığında gökyüzü gri bir çorba gibiydi; ne tam gündüz, ne de geceydi. Yağmurun kesilmesiyle birlikte, dünkü bombardımanın açtığı kraterlerden duman hâlâ tütüyordu.
Ellerini çamura bastı, soğuk iliklerine kadar işledi. Yanında, dün gece aynı battaniyeyi paylaştığı Müller sessizce tüfeğini temizliyordu. Yüzünde ne korku, ne umut kalmıştı.
"Bugün yine ilerleyeceğiz, Thomas," dedi kısık bir sesle. "Yüz metre, belki elli... sonra yine geri."
Thomas cevap vermedi. Çünkü ne söylese yalan olacaktı. Bu savaşta "ilerlemek" sadece ölümü yakalamak demekti.
Uzaktan İngiliz toplarının yeniden dolduğu o ağır ses duyuldu. Siperin içi bir an sessizleşti, herkes nefesini tuttu.
"GELİYOR!" diye bağırdı bir ses.
Yerin titremesiyle birlikte gökyüzü alev aldı. Toprak parçaları, çamur, demir, insan sesleri birbirine karıştı. Thomas siperin dibine yattı; kulakları çınlıyordu. Birkaç metre ötesine düşen top mermisiyle siperin duvarı çöktü, üzerine toprak saçıldı.
"Yaşıyor musun, Müller?!" diye bağırdı ama cevap gelmedi.
Elleriyle kazmaya başladı; çamur parmaklarının arasından kayıyor, tırnaklarının arasına doluyordu. Sonunda bir el buldu — soğuk, hareketsiz bir el. Müller'di.
Thomas'ın boğazına bir düğüm oturdu. Gözleri doldu ama ağlayamadı. Çünkü ikinci top sesi çoktan yaklaşmıştı.
Siperin diğer ucundan bir subayın sesi yankılandı:
"Hazırlanın! Karşı taarruz geliyor! İngilizler yaklaşıyor!"
Thomas tüfeğini kavradı, parmakları hâlâ titriyordu. Savaşın uğultusu içinde kendi kalp atışını duyabiliyordu. Artık korkunun bir anlamı yoktu — sadece hayatta kalmak vardı.
Yavaşça mırıldandı:
"Beni duyuyorsan, Müller... beni affet."
Ve sonra, çamurun ve dumanın içinden ayağa kalktı.
Düdük sesi, top seslerinin arasında bile kulakları delip geçti. Thomas refleksle tüfeğini kavradı, kalbinde korku değil; boşluk vardı artık. Siperin önündeki tahta merdivenlere tırmanırken çamur ayakkabılarından sıyrılıyor, dizlerine kadar bulaşıyordu.
"İLERİ!" diye haykırdı subay bir kez daha. Thomas, önündeki askerlerin arkasına takıldı. Yağmurun yeniden başladığını fark etti ama kimsenin umurunda değildi artık. Herkes aynı kaderin içine koşuyordu.
Toprak, adeta canlıymış gibi inliyordu. İngiliz siperlerinden makineli tüfekler ateş açtı; kurşunlar yanından vızıldayıp geçiyor, birkaçı hemen önündeki askerlere saplanıyordu. Bir adamın çığlığı, bir diğerinin düşmesiyle kesildi. Thomas dişlerini sıktı, başını öne eğdi.
Her adımda Müller'in sessiz yüzü gözlerinin önüne geliyordu. "Keşke," diye düşündü, "keşke bu sabah o da kalkmasaydı."
Ama artık çok geçti.
Bir an için gökyüzü bembeyaz parladı — bir top mermisi hemen yanlarına düştü. Thomas, yere kapandı, kulakları çınladı. Başını kaldırdığında, İngiliz siperlerinin artık sadece elli metre ötede olduğunu fark etti. Orada, dikenli tellerin ardında bir siluet gördü.
Genç bir İngiliz askeriydi; yüzü çamurla kaplı, korkuyla gözlerini açmıştı. Thomas'ın nişangahına girdiğinde, zaman bir an durdu.
Parmağını tetiğe götürdü… ama sıkamadı.
Silahından duman değil, nefes çıktı sadece.
O an, sanki iki tarafın bütün gürültüsü sustu. Sadece rüzgârın sesi ve kalp atışları kaldı.
İngiliz askeri geri çekildi, kayboldu. Thomas ise hâlâ tüfeğini tutuyordu, ama artık savaşmak istemediğini fark etti.
Etrafındaki askerler bağırıyor, koşuyor, düşüyordu. O ise sadece yürüdü. Ne ileri, ne geri — sadece yürüdü.
Bir an sonra yere bir şey düştü — metalin çınlamasıyla başını çevirdi. Bir İngiliz el bombasıydı.
Gözleri büyüdü, nefesini tuttu.
Ve sonra her şey beyaza döndü.
Kulaklarını parçalayan bir uğultunun ardından Thomas kendini yerde buldu. Ne patlamanın sesi, ne de bağırışlar netti artık; her şey sisin ve dumanın içinde eriyip gitmişti.
Göğsünde yakıcı bir acı hissetti. Sol tarafı sıcak bir şeyle ıslanmıştı — kan. Nefes almaya çalıştı, ciğerleri yanıyordu.
Etrafında toprağa saplanmış süngüler, parçalanmış tüfekler, çamura düşmüş asker bedenleri vardı.
Bir Alman askeri, bağırarak yanından geçti: "Devam edin! İngiliz hattı çöktü!"
Thomas başını kaldırmaya çalıştı, ama sadece birkaç metre öteyi görebildi. İngiliz siperleri artık görünüyordu — dikenli teller yırtılmış, toprak yığınları üst üste devrilmişti.
Düşman makineli tüfekleri hâlâ ateş ediyordu, fakat hatları dağılmıştı. Alman askerleri parça parça içeri giriyor, süngü savaşına tutuşuyordu.
Thomas yerde sürünürken, önünde yaralı bir İngiliz askeri vardı. Göz göze geldiler bir an. İngiliz askeri silahına uzanamadı, Thomas da elini kaldırmadı. Savaşın ortasında iki insan, sadece birbirine baktı — sonra İngiliz'in gözleri kapandı.
Bir top mermisi daha yakına düştü; duman, taş, çamur havaya karıştı.
Thomas başını yana çevirdiğinde, Alman bayrağını taşıyan birkaç askerin İngiliz siperine girdiğini gördü. Birkaç saniye sonra "Temizlendi! Hat bizim!" sesleri yankılandı.
Thomas gülümsemeye çalıştı ama kan ağzına doldu.
Göğsündeki sıcaklık artıyor, bilinci yavaşça kayboluyordu.
Birilerinin sesini duydu son kez:
"Bu yaşıyor! Çabuk, sedye getirin!"
Karanlık bastı.
…
Gözlerini yeniden açtığında gökyüzü yerine gri bir bez parçası gördü. Sedye sallanıyordu; iki asker onu taşırken, arka tarafta yaralıların iniltileri duyuluyordu.
Birinin kolu sargılı, diğerinin yüzü kan içindeydi. Kimisi bağırıyor, kimisi dua ediyordu.
Thomas nefes alırken göğsü yanıyordu, sol tarafına dokunmak bile acı veriyordu. Ama yaşıyordu.
Bir an için Müller'i hatırladı; sonra gözlerini kapattı ve sadece taşıyanların adımlarını dinledi.
